Diyarbakır etrafında dağlar var diye bir türkü var ya işte o dağlardan biride meşhur Kırklar Dağı’dır. Kırklar dağı kırklar ziyareti ve Suzan Suzi ile bilinir. Her insan zamanı geldiğinde, eline alıp sevebileceği nur topu gibi, melek kokulu bir kız çocuğu olsun ister.
Kırklar Dağı
Allah bu, kiminin kucağına verir kiminin kucağına vermez. İşte eskiden çocuğu olmayanlar direk kırklar dağının eteklerinin altındaki kırklar ziyaretine gidip adak adar “Yarabbi bizimde bir çocuğumuz olsun diye dua ederlermiş”
Zengin mi zengin atları develeri olan top atsan yıkılmaz bir Süryani ailesinin de çocuğu olmuyormuş.
Kiliselere mumlar mı dikmemişler, fakir fukaranın karnını mı doyurmamışlar, sabahlardan akşamlara kadar istavrozlar mı çıkarmamışlar ne yapmışlar ne etmişlerse çocukları olmamış.
En son kadın, kocasına aman Abrahom Efendi kulun kölen olayım gel de şu kırklar ziyaretine adak adayalım demiş.
Ama neticede orası Müslüman ziyareti adam önceleri direnmiş sonra çocuk sevgisi ağır basmış mecburen kabul etmiş. Karı koca kırk gün kırk gece kırklar ziyaretine kırk kurban kesmişler. Kırk birinci gün kadın hamile kalmış.
Dilekleri Tutmuş
Allah bu çifte nur topu gibi bir kız evlat vermiş. Abrahom ve Madam Maryam sevinçlerinden develer kestirmiş. Ekşili meftuneler, kaburga dolmaları, mumbarlar, içli köfteler yaptırmış.
Hatta Diyarbakır’ın meşhur büyük 50 60 kilo ağırlığındaki devasa buz gibi karpuzlarından kestirmiş. Davullar zurnalar çalınmış. Halaylar şemmameler oynanmış.
Bu eli açık Süryani ailesi kızlarına Suzan adını vermiş, kısaca Suzi diye çağırıyorlarmış. Hani biz Selahattin’e selo deriz ya onun gibi bir şey.
El bebek gül bebek evlatlarını büyütmüşler. Annesi her doğum gününde Suzan’ı süsler püsler Kırklar Dağı ziyaretine kurban kesmeye götürürmüş, bir nevi minnettarlık nişanesi olarak. Bunu adet edinmişler.
Yıllar yılları kovalamış aylar ayları gel zaman git zaman Suzan Genç kız olmuş, o kadar güzel olmuş ki dillere destan olmuş. Yüreklere kor düşüren cayır cayır yakan bir afet olmuş.
Ziyarete giderken gelirken derken gel zaman git zaman bir gün yakışıklı kelimesinin yakışıksız kaldığı Müslüman komşularının oğlu Adil’e aşık olmuş.
Adil zaten 3 yaşından beri Suzi’ye aşıkmış. Bu iki genç gizli gizli görüşmeye aşklarını yaşamaya başlamışlar. Yaklaştıkça birbirlerine bağlanmışlar. Bir tek Suzan ile Adil birbirlerine dokunmamışlar.
Sen sus gözlerin konuşsun felsefesini şiyar edinmişler.
Ah be Adil, ateşle barut yan yana durmaz derler ya, neticede Suzan pamuk gibi gencecik bir kız dolayısıyla ateşle pamukta yan yana durmamış.
Suzan genç oldukça anası yaşlanmış. Ayakları tutmaz olmuş gene de sözünden dönmemiş, bu defa hizmetçileriyle Suzan’ı kırklar dağına kurban kesmeye göndermiş.
Yine bir doğum gününde, hizmetçiler kurban kesme telaşındayken, Suzan ile Adil kırklar dağının arkasına dolanmış.
Eller ellere selam çakmış, gözler gözlere göz kırpmış, güneş bulutların arkasına kaçmış. Vücutlar birbirine yaklaştıkça tazecik ciğerler vermiş birbirlerine nefesi, nefesler nefeslere karışmış, terler tanıdık olmuş, tenler tanıdık olmuş, göz bebeklerinde birbirlerini görmüşler, başkada kimse görmemiş.
Ziyaret Çarptı Bizi
Suzan o günden sonra bir acayipleşmiş Dicle nehri beni çağırıyor, balıklar bana el sallıyor gitmem lazım der olmuş. Kimse hiç bir şey anlamamış.
Bir gün sabah tan yeri ağarırken Suzan on gözlü köprünün orada boynundaki kolyesini kuma kendisini Dicle’nin sularına bırakıvermiş. Nice ana kuzularını yutan Dicle Suzan’ı da yutmuş.
Sevdiğinin boynundaki altın haçı kumlarda gören Adil, yeri göğü yırtmış, ciğerleri yettiği kadar bağırmış, gözyaşları Dicle’yle yarışmış.
Sevdiği ile kırklar ziyaretinde kırk düğüm oldukları aklına gelmiş. Pişman olmuş, ziyaret çarptı bizi demiş. Atmış kendini kumlara, ağlaya ağlaya delirmiş. Kırklar dağı kırk gün yas tutmuş, Dicle nehri kırk gün kırk gece gözyaşı akıtmış. Ziyaret çarpmış onları.
Hikayesini okuduğunuz türküyü şimdi yeniden dinlemek ister misiniz?